Şimdi Ara

••••TÜRK ve OSMANLI TARİHİ KULÜBÜ •••• (40. sayfa)

Bu Konudaki Kullanıcılar:
2 Misafir - 2 Masaüstü
5 sn
1.818
Cevap
16
Favori
434.052
Tıklama
Daha Fazla
İstatistik
  • Konu İstatistikleri Yükleniyor
0 oy
Öne Çıkar
Sayfa: önceki 3839404142
Sayfaya Git
Git
sonraki
Giriş
Mesaj
  • Fatih'in peşinde olduğu gerçek fetih

    Fatih'in iki resmî tarihçisi vardı. Birisi Kritovulos adlı bir Rum'dur, öbürü de Tursun Beğ'dir. Çok farklı birikimlerden gelen bu iki tarihçinin aynı fetih olayına farklı pencerelerden bakmış olmaları ilginç bir manzara ortaya çıkartmıştır.

    Kritovulos, Bizans'a daha yakın düşen bir Fatih portresi yontmakla meşgulken, Tursun Beğ'in onun İslam geleneğiyle irtibatını vurgulamış olması değerli ipuçları uzatmaktadır önümüze. Tursun Beğ'in tarihinde dikkatimi çeken pasajlardan birisi, fethin gerçekleştiği gün, yani bu yazıyı yazdığım dakikalardan 555 güneş yılı önce Fatih Sultan Mehmed'in Ayasofya ile bir miktar hasret giderdikten sonra kubbeye çıkışını anlatır. Bıyıkları henüz terlemiş, belki de sakalları bile daha gürleşmemiş olan bu genç adamın, fethin sembolü olacak Ayasofya'nın kubbesinde ne işi vardır dersiniz? Henüz fethin buğusu üzerinde tüterken, İstanbul'u ruhuna içirircesine derin derin seyretmiş ve...

    En iyisi burada keseyim ve sözü Tursun Beğ'in cilveli lisanına bırakayım: "Çün nazar-ı ibret ile İstanbul'un üzerine baktı, ayn-ı firâset ile gördü ki âb u hevâsı ve etrâf-ı dil-küşâsı ve tağ u rağ u sahrâsı bir sûret-i hüsnâdur ki, dest-i meşâtta-i emn arâyiş virmediğünden ve âyin-i din-i Seyyidü'l-mürselîn tezyin itmedüğünden, zülf-i pür-çin-i dilber-i nâzenîn gibi müşevveşü'l-hâl ü perîşân kalmış idi."

    Soran gözlerle 'İyi de bu ağdalı Osmanlıcasıyla ne diyor bu Tursun Beğ?' der gibisiniz. Özetle şunu: 'Fatih ibret gözüyle baktı baktı da İstanbul'a, bu şehrin suyunun, havasının ve gönül açan çevresinin, tepeleri ve ovalarının adeta bir güzelin şeklini andırdığını ferasetiyle gördü. Fakat bu şehre Hz. Muhammed'in (sas) dini dokunup güzelleştirmediğinden bu nazenin güzelin kırış kırış olmuş zülfü karmakarışık ve perişan bir hale gelmişti.' Tespit bu: Müslüman eli değmemiş bir şehirdi İstanbul ve perişanlığı bu yüzdendi. Öyleyse ne yapılması gerekiyordu? Bu nazenin güzelin bakımsızlıktan kırışmış olan yüzünü estetik bir müdahaleyle yeniden eski güzelliğine kavuşturmak için kollar sıvanmalıydı. Fatih'in de o ilk Ayasofya seferinden dönüşte bunu yaptığına şahit oluyoruz.

    Yaygın kanaatin aksine, fethin İstanbul açısından keskin bir kırılma noktası, bir kopuş anı olduğunu herhalde söyleyemeyiz. Daha ziyade 'kültürel protezlerin eklemlenmesi' hadisesiyle karşılaşırız. Zaten 1204-1261 yıllarında vuku bulan ve Bizans'ı soyup soğana çeviren Haçlı Latin istilasından sonra İstanbul eski görkemli günlerinden epeyce uzaklaşmış durumdaydı. Üstelik hızla Latinleşmekteydi, Katolikleşmekteydi hatta. Mora Yarımadası'ndan gelen Paleologos hanedanının restorasyon çabaları da gün geçtikçe daralan sınırları ve ufukları genişletmeye yetmeyecekti.

    "Keşke biz yönetsek" diyeceğimiz şehir var mı?

    29 Mayıs 1453'te gerçekleşen fetihten sonra ise küllerinden bir kere daha doğdu Konstantinopolis. Uyandığında adı artık İstanbul'du. Müslümanların şehri güzelleştirmeyi amaçlayan itinalı yönetiminde ciddi bir canlanma, canlı bir yenilenme, adeta bir diriltme çabası yaşandı ve bu canlılığın asırlar içerisinde şehrin kültürüne olduğu kadar mimari dokusuna, siluetine ve çok renkli beşerî ve dinî kompozisyonuna köşesine bucağına varıncaya kadar yansıdığına şahit olundu.

    Fetihle birlikte İstanbul'a gelen muazzam yatırımları ve bunun sonucunda oluşacak büyük dönüşümü ben daha çok bir yılanın uzun sürmüş bir kışın ardından gömlek değiştirmesi ya da hırpalanmış olan bir vücudun tıkanmış damarlarının açılması gibi değerlendirmek gerektiğini düşünüyorum. İşte 1453'ten sonra sönmek üzere olan Bizans'ın eski görkemli başkentinin soluk ışığı, şehrin yeni ve enerjik sakinlerinin maharetli ellerinde birkaç asır daha parlamaya devam etmiş, ölümsüz bir şehir olduğu iddiasını modern çağlara kadar sürdürmüştür. Mesele de şehrin gözüyle budur zaten. Aslına bakılırsa fetih, bir yerde "daha iyi yönetme iddiası"dır. Osmanlı Devleti yalnız İstanbul'da değil, Asya'da da, Afrika'da da, Avrupa'da da fethettiği şehirler üzerinde bu "Ben senden daha iyi yönetirim" iddiasını pratikte ispatlamış bulunuyordu. Mesela bugün bize, "Madem o kadar fethetmek istiyordunuz, alın şehrin anahtarlarını, Viyana'yı 5 yıllığına siz yönetin!" teklifinde bulunsalar buna cesaret edebilir miyiz? İçimizden samimi olarak bu teklife "Evet" diyebilenimiz çıkar mı? Pek emin değilim. Oysa 15. asır ortasında gencecik bir Osmanlı yöneticisi, dünyanın en uygar şehirlerinden birini daha iyi yöneteceği iddiasıyla ortaya atılabiliyordu. Üstelik iddiasını sadece şehri fethetmekteki becerisinde değil, ona yeni bir ruh üflemek, onu olumlu yönde dönüştürmek ('kentsel dönüşüm') ve başarıyla yönetmekteki becerisinde sergiliyordu.

    Şunu söylemek istiyorum: Osmanlılar Bizans'ın bu ölümsüz başkentinin ihtişamı karşısında ezilebilirler, onun manevi ve kültürel ağırlığı altında kalabilirlerdi. Lakin Avrupalı gözünden bakılınca, beklenmeyen iki şey oldu. Birincisi, 'barbar' dedikleri Fatih ve torunları, Bizans'tan kalan eserleri yok etmek yerine, yaşatmayı tercih ettiler. Onları korumaya aldılar. Ayasofya'nın minareleri bile yapıyı güçlendirmek amacıyla inşa edilmiş, kubbenin açma tehlikesini bertaraf etmek amaçlı payandalardı. Hatta minaresiz bir Ayasofya'nın ne kadar hantal bir gövde olarak kalacağını bir düşünme egzersiziyle kendiniz de bulabilirsiniz. İkincisi ise bu şehrin ruhunu ona o kadar iyi nüfuz ederek okudular ki, şehre yapacakları katkıları adeta o ruhun rahminden sezaryenle değil, kendiliğinden yeniden doğurttular.

    2005 yılında uluslararası bir organizasyona, Dünya Mimarlar Kongresi'ne ev sahipliği yapmıştı İstanbul. Orada çok ünlü bir Batılı mimar (Peter Eisenman), İstanbul'a gelmeden önce bu şehrin sınıf birincisinin Ayasofya olduğuna inandığını ama gelip görünce kararını değiştirdiğini ve İstanbul'un en güzel eserinin Sultanahmet Camii olduğunu söylemişti. Düşünün, aradan kaç asır geçmiş, üstelik Bizans safında olduğunu düşündüğünüz çağdaş bir sanatkâra, İstanbul'u ne kadar iyi okuduğumuzu bu şekilde anlatmıştır Sedefkâr Mehmed Ağa. Belki de Fatih'in de peşinde olduğu gerçek fetih buydu. İstanbul'un derisi altında saklanan fakat Bizans'ın çıkarmaya gücü yetmediği ikinci İstanbul'u fethetmek. Zamanı fethetmek buydu. 555 yıl sonra biz hâlâ İstanbul'un fethini göğsümüz kabararak kutlayabiliyorsak, 29 Mayıs 1453 Salı sabahı şehrin kapılarından içeriye ellerimizde meşalelerle daldığımız için değil, burayı bir vatan parçası yapmaktaki 'uzun soluklu fethi' ya da belki 'sessiz fethi' gerçekleştirmeyi başardığımız içindir.
  • quote:

    Orjinalden alıntı: karahisar


    Fatih'in peşinde olduğu gerçek fetih

    Fatih'in iki resmî tarihçisi vardı. Birisi Kritovulos adlı bir Rum'dur, öbürü de Tursun Beğ'dir. Çok farklı birikimlerden gelen bu iki tarihçinin aynı fetih olayına farklı pencerelerden bakmış olmaları ilginç bir manzara ortaya çıkartmıştır.

    Kritovulos, Bizans'a daha yakın düşen bir Fatih portresi yontmakla meşgulken, Tursun Beğ'in onun İslam geleneğiyle irtibatını vurgulamış olması değerli ipuçları uzatmaktadır önümüze. Tursun Beğ'in tarihinde dikkatimi çeken pasajlardan birisi, fethin gerçekleştiği gün, yani bu yazıyı yazdığım dakikalardan 555 güneş yılı önce Fatih Sultan Mehmed'in Ayasofya ile bir miktar hasret giderdikten sonra kubbeye çıkışını anlatır. Bıyıkları henüz terlemiş, belki de sakalları bile daha gürleşmemiş olan bu genç adamın, fethin sembolü olacak Ayasofya'nın kubbesinde ne işi vardır dersiniz? Henüz fethin buğusu üzerinde tüterken, İstanbul'u ruhuna içirircesine derin derin seyretmiş ve...

    En iyisi burada keseyim ve sözü Tursun Beğ'in cilveli lisanına bırakayım: "Çün nazar-ı ibret ile İstanbul'un üzerine baktı, ayn-ı firâset ile gördü ki âb u hevâsı ve etrâf-ı dil-küşâsı ve tağ u rağ u sahrâsı bir sûret-i hüsnâdur ki, dest-i meşâtta-i emn arâyiş virmediğünden ve âyin-i din-i Seyyidü'l-mürselîn tezyin itmedüğünden, zülf-i pür-çin-i dilber-i nâzenîn gibi müşevveşü'l-hâl ü perîşân kalmış idi."

    Soran gözlerle 'İyi de bu ağdalı Osmanlıcasıyla ne diyor bu Tursun Beğ?' der gibisiniz. Özetle şunu: 'Fatih ibret gözüyle baktı baktı da İstanbul'a, bu şehrin suyunun, havasının ve gönül açan çevresinin, tepeleri ve ovalarının adeta bir güzelin şeklini andırdığını ferasetiyle gördü. Fakat bu şehre Hz. Muhammed'in (sas) dini dokunup güzelleştirmediğinden bu nazenin güzelin kırış kırış olmuş zülfü karmakarışık ve perişan bir hale gelmişti.' Tespit bu: Müslüman eli değmemiş bir şehirdi İstanbul ve perişanlığı bu yüzdendi. Öyleyse ne yapılması gerekiyordu? Bu nazenin güzelin bakımsızlıktan kırışmış olan yüzünü estetik bir müdahaleyle yeniden eski güzelliğine kavuşturmak için kollar sıvanmalıydı. Fatih'in de o ilk Ayasofya seferinden dönüşte bunu yaptığına şahit oluyoruz.

    Yaygın kanaatin aksine, fethin İstanbul açısından keskin bir kırılma noktası, bir kopuş anı olduğunu herhalde söyleyemeyiz. Daha ziyade 'kültürel protezlerin eklemlenmesi' hadisesiyle karşılaşırız. Zaten 1204-1261 yıllarında vuku bulan ve Bizans'ı soyup soğana çeviren Haçlı Latin istilasından sonra İstanbul eski görkemli günlerinden epeyce uzaklaşmış durumdaydı. Üstelik hızla Latinleşmekteydi, Katolikleşmekteydi hatta. Mora Yarımadası'ndan gelen Paleologos hanedanının restorasyon çabaları da gün geçtikçe daralan sınırları ve ufukları genişletmeye yetmeyecekti.

    "Keşke biz yönetsek" diyeceğimiz şehir var mı?

    29 Mayıs 1453'te gerçekleşen fetihten sonra ise küllerinden bir kere daha doğdu Konstantinopolis. Uyandığında adı artık İstanbul'du. Müslümanların şehri güzelleştirmeyi amaçlayan itinalı yönetiminde ciddi bir canlanma, canlı bir yenilenme, adeta bir diriltme çabası yaşandı ve bu canlılığın asırlar içerisinde şehrin kültürüne olduğu kadar mimari dokusuna, siluetine ve çok renkli beşerî ve dinî kompozisyonuna köşesine bucağına varıncaya kadar yansıdığına şahit olundu.

    Fetihle birlikte İstanbul'a gelen muazzam yatırımları ve bunun sonucunda oluşacak büyük dönüşümü ben daha çok bir yılanın uzun sürmüş bir kışın ardından gömlek değiştirmesi ya da hırpalanmış olan bir vücudun tıkanmış damarlarının açılması gibi değerlendirmek gerektiğini düşünüyorum. İşte 1453'ten sonra sönmek üzere olan Bizans'ın eski görkemli başkentinin soluk ışığı, şehrin yeni ve enerjik sakinlerinin maharetli ellerinde birkaç asır daha parlamaya devam etmiş, ölümsüz bir şehir olduğu iddiasını modern çağlara kadar sürdürmüştür. Mesele de şehrin gözüyle budur zaten. Aslına bakılırsa fetih, bir yerde "daha iyi yönetme iddiası"dır. Osmanlı Devleti yalnız İstanbul'da değil, Asya'da da, Afrika'da da, Avrupa'da da fethettiği şehirler üzerinde bu "Ben senden daha iyi yönetirim" iddiasını pratikte ispatlamış bulunuyordu. Mesela bugün bize, "Madem o kadar fethetmek istiyordunuz, alın şehrin anahtarlarını, Viyana'yı 5 yıllığına siz yönetin!" teklifinde bulunsalar buna cesaret edebilir miyiz? İçimizden samimi olarak bu teklife "Evet" diyebilenimiz çıkar mı? Pek emin değilim. Oysa 15. asır ortasında gencecik bir Osmanlı yöneticisi, dünyanın en uygar şehirlerinden birini daha iyi yöneteceği iddiasıyla ortaya atılabiliyordu. Üstelik iddiasını sadece şehri fethetmekteki becerisinde değil, ona yeni bir ruh üflemek, onu olumlu yönde dönüştürmek ('kentsel dönüşüm') ve başarıyla yönetmekteki becerisinde sergiliyordu.

    Şunu söylemek istiyorum: Osmanlılar Bizans'ın bu ölümsüz başkentinin ihtişamı karşısında ezilebilirler, onun manevi ve kültürel ağırlığı altında kalabilirlerdi. Lakin Avrupalı gözünden bakılınca, beklenmeyen iki şey oldu. Birincisi, 'barbar' dedikleri Fatih ve torunları, Bizans'tan kalan eserleri yok etmek yerine, yaşatmayı tercih ettiler. Onları korumaya aldılar. Ayasofya'nın minareleri bile yapıyı güçlendirmek amacıyla inşa edilmiş, kubbenin açma tehlikesini bertaraf etmek amaçlı payandalardı. Hatta minaresiz bir Ayasofya'nın ne kadar hantal bir gövde olarak kalacağını bir düşünme egzersiziyle kendiniz de bulabilirsiniz. İkincisi ise bu şehrin ruhunu ona o kadar iyi nüfuz ederek okudular ki, şehre yapacakları katkıları adeta o ruhun rahminden sezaryenle değil, kendiliğinden yeniden doğurttular.

    2005 yılında uluslararası bir organizasyona, Dünya Mimarlar Kongresi'ne ev sahipliği yapmıştı İstanbul. Orada çok ünlü bir Batılı mimar (Peter Eisenman), İstanbul'a gelmeden önce bu şehrin sınıf birincisinin Ayasofya olduğuna inandığını ama gelip görünce kararını değiştirdiğini ve İstanbul'un en güzel eserinin Sultanahmet Camii olduğunu söylemişti. Düşünün, aradan kaç asır geçmiş, üstelik Bizans safında olduğunu düşündüğünüz çağdaş bir sanatkâra, İstanbul'u ne kadar iyi okuduğumuzu bu şekilde anlatmıştır Sedefkâr Mehmed Ağa. Belki de Fatih'in de peşinde olduğu gerçek fetih buydu. İstanbul'un derisi altında saklanan fakat Bizans'ın çıkarmaya gücü yetmediği ikinci İstanbul'u fethetmek. Zamanı fethetmek buydu. 555 yıl sonra biz hâlâ İstanbul'un fethini göğsümüz kabararak kutlayabiliyorsak, 29 Mayıs 1453 Salı sabahı şehrin kapılarından içeriye ellerimizde meşalelerle daldığımız için değil, burayı bir vatan parçası yapmaktaki 'uzun soluklu fethi' ya da belki 'sessiz fethi' gerçekleştirmeyi başardığımız içindir.


    Yani burda Fatih İstanbulu sadece müslümanlaştırmadı varolan eserleri de korudu?
  • doğrudur üstad hatta meşhur hikayedir : fetih hatırası olarak ayasofyadaki çinilerden almak isteyen bir yeniçeriyi en ağır şekilde cezalandırmıştır .osmanlıda sanata saygı olmasa idi ayasofyadaki hz isa ikonları ve diğer hristiyan kültürüne ait olan sanatsal değerdeki eserler günümüze kadar ulaşamazdı
  • quote:

    Orjinalden alıntı: karahisar

    doğrudur üstad hatta meşhur hikayedir : fetih hatırası olarak ayasofyadaki çinilerden almak isteyen bir yeniçeriyi en ağır şekilde cezalandırmıştır .osmanlıda sanata saygı olmasa idi ayasofyadaki hz isa ikonları ve diğer hristiyan kültürüne ait olan sanatsal değerdeki eserler günümüze kadar ulaşamazdı

    ama ispanyollar ne yaptı? ispanyada endülüs emevilerinden kalma camileri yaktırdı , yıktırdı...
  • İzmir Saat Kulesi KONAK







    İzmir Saat Kulesi yapılışından günümüze değin İzmirlilerin bir buluşma noktalarından biri olup Konak Meydanı’nda yer alır. II. Abdülhamit'in tahta çıkışının 25. yılı için 1901'de Sadrazam Mehmet Said Paşa tarafından Alman Konsolosluk binasını yapan mimara yaptırılan kule 25 metre boyundadır. Kulenin saati Alman İmparatoru II. Wilhelm'in hediyesidir






    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi Toyota SUPRA -- 1 Temmuz 2008; 0:48:59 >
  • KÜLTÜR KOKUSU














































  • quote:

    Orjinalden alıntı: eggy13

    İzmir Saat Kulesi KONAK







    güzel izmirim
  • TİMUR'UN MEZARI RUSLAR TARAFINDAN AÇILMIŞTI!!!

    Arkadaşlar tarih yolculuğumuza bugünde fazla bilinmeyen konulardan biriyle devam ediyoruz.O da Timurla ilgili...
    1402 yılında ki Ankara Savaşı'nda Yıldırım Bayezid'i yenerek onu esir alan kişi olarak bildiğimiz Timur veya topal olduğundan dolayı Timurlenk adıyla bilinen Timur'un mezarı 1941 yılında Rus bilimadamlarınca üzerinde araştırma yapılmak üzere açılmıştı.
    Timurun asıl mezarı bugün genelde üst katta ziyaret edilen sanduka değildir.Asıl mezar o ziyaret edilen yerin altında bulunan ve girişine çok özel kişilere özel izinlerle,izin verilen asıl mezar alt kattadır.
    Timurun asıl mezarı 1941 de açılmış,iskelet haline gelmiş olan ceset foğraflanıp,filmede alınmıştır.
    Ceset üzerinde araştırmalar yapıldıktan sonra ,tekrar yerine konulmuştur.
    Hatta bu durum yüzünden özbek Halkı bu durumun rusyaya uğursuzluk getirdiğine ve 1941'de başlayan Almanya'nın Rusya'yı işgal etme'sinin altında Rus'ların Timur'un cesedini yerinden çıkarmış olduklarına inanıyorlardı.
    Sonra tarihin bir cilvesidir ki Timur'un cesedi yerine konulunca Rusya Almanlar üzerinde üstünlük kazanmaya başlamıştır..Ve en sonundada Almanya yenilmiştir..!
    Timur'un bir büstü



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi Oriental -- 1 Temmuz 2008; 13:49:38 >
  • quote:

    Orjinalden alıntı: _LoRDi_



    Bu çizim;Fausto Zonarro tarafından çizilmiş,Osmanlı Yunan Savaşı Dömeke Harbi Zaferi resmidir...
  • Süper paylaşımlar arkadaşlar teşekkürler


    Bu arada konu niye konu dışına geri döndü yahu ne güzel duruyordu kültür bilimde
  • Venizelos’u dahi affettik ama Vahdettin hâlâ hain

    Devrin İktisat Vekili, yani Ekonomi Bakanı Mahmut Esat [Bozkurt] Bey, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 30 Kasım 1922 günkü oturumunda yaptığı konuşmada Yunan işgalinin faturasını sıcağı sıcağına şöyle değerlendiriyordu: “Kurtulan Anadolu vilayetlerimizde iki aya yakın devam eden seyahatimde…

    Eskişehir, Afyonkarahisar, Manisa, İzmir ve Aydın livaları da dahil olmak üzere dün daha mes’ut ve bahtiyar olan bu memleketlerimizde şimdi bir yangın harabesinden, bir alay yetimlerden, dullardan, çocuklarının nerede gömülüp kaldığını bilmeyen ak başlı ihtiyarlardan başka kimseye tesadüf edemedim. Bütün köylerimiz, en güzel şehirlerimiz düşman elinde yanmış, yakılmış, bir enkaz yığını haline getirilmiştir. Dün en güzel yerlerde oturan kardeşlerimiz, bugün izbelerde sürünüyorlar. Milyonlar ve milyonlara baliğ olan bu zararları memurlarımız tespit etmektedirler. Zarar yalnız maddi değildir. Manevî zarar da büyüktür.”

    Peki burada sözü edilen zararları kim vermiştir? Sel, deprem gibi bir tabii afetten mi bahsediyor yoksa sayın bakanımız? Neden failini özellikle meçhul bırakıyor, birilerini suçlamıyor? Herkes bildiği için olabilir mi?

    Öyle ya, o zaman cümle âlem biliyordu bu maddî ve manevî felaketlerin kimin eseri olduğunu. Yunanlıların işgal ettikleri Anadolu köy, kasaba ve şehirlerini yakıp yıktıklarını, kadın ve kızlara tecavüz ettiklerini, erkekleri toplayıp kurşuna dizdiklerini herkes biliyordu. Hatta Kemalettin Sami Paşa’nın kuvvetleri Manisa’ya girerken, kaçtıkları dağlardan çıplak vaziyette genç kızlar ve kadınlar koşarak askerlerin önüne çıkıyorlar, bizi kurtarın diye ağlıyorlardı. Herhalde o günlerin havasını en iyi yansıtan yayınlardan birisi Halide Edip, Falih Rıfkı, Asım Us gibi yazarların kalemlerinden çıkma “İzmir’den Bursa’ya” başlıklı derlemedir.

    Peki bu Yunanlılar neden çıkmışlardı İzmir’e? Malum, İngilizlerin desteğiyle ve Anadolu ile Yunanistan’ı birleştirmek iddiasıyla. Yani “Megali İdea”… Amaç, Büyük Yunanistan’ı kurmaktı.

    Ne var ki, bu hülyayı söndürmek pahalıya patlamıştı bize. Neresinden baksanız 10 bine yakın şehit, on binlerce yaralı, dul, yetim ve öksüz, yanmış yıkılmış şehirler. Ve her şeyden önemlisi de, İktisat Vekili’nin de söylediği gibi o korkunç manevî yıkım.

    İşte Münif Fehim’in Yunan gazetelerinde çıkan bir fotoğraftan yola çıkarak çizdiği resimde gördüğümüz gibi, Yunanistan başbakanının yedek subay olan oğlu Sofokles Venizelos’un Bursa’yı işgal edince ayağının tozuyla Osman Gazi’nin türbesine gitmesini unutmayacağız. Oğul Venizelos’un, türbenin kapısını tekmeleyerek açtığını, sandukaya çizmesinin mahmuzuyla vurarak “Kalk ey Osman! Karşıma geç de seninle vuruşayım” dediğini biliyoruz. Sonra da bir ayağını sandukanın üzerine koyarak yakışıklı bir “hatıra fotoğrafı” çektirdi.

    Savaş bitiminde Yunanlıların Anadolu’ya verdikleri zarar hesaplandığında tam 4 milyar lira gibi korkunç bir fatura çıkarılmıştı. Karşılaştırmanız için söylüyorum: O tarihte piyasadaki toplam para miktarımız sadece 158 milyon lira idi. Lozan’a giden heyete Yunanlılardan savaş tazminatı almadan dönmemeleri sıkı sıkıya tembihlenmişti. Ancak tek kuruş alamadığımız gibi, aslında bal gibi Misak-ı Milli’ye dahil olan Karaağaç’ı bize tazminat diye yutturmuşlardı. İsmet Paşa ise Meclis’te “Ne yapalım, Yunanlıların bu tazminatı ödeyecek kudretleri yok!” diye akla zarar bir savunma yapmıştı. Sanki Yunanlıların avukatlığını yapmak kendisine kalmış gibi.

    İşte İzmir’den denize dökene kadar akla karayı seçtiğimiz bu Yunanlılara Lozan’da Batı Trakya’yı da bırakmış, böylece masa başında bir darbe daha yemiştik. İzmir’i işgal emrini veren Başbakan Venizelos ise sözünden çıkmayan Lloyd George ile perde arkasından iş bitirmekle meşguldü. Gazeteci Mecdi Sadettin’e akan kanlar henüz kurumamış ve yangınlar yüreklerde sönmemişken, “Düşmanlıkları unutalım” mesajını veren de Venizelos’tan başkası değildi.

    Derken devir değişti, Lozan imzalandı, Cumhuriyet ilan edildi. 1929’da dış konjonktürün de zorlamasıyla, İngilizlerin Sovyetler’e karşı bir Türk-Yunan yakınlaşmasına ihtiyaç duyduğu bir aşamada iki ülke arasında gülücükler gidip gelmeye başladı. Nihayet 1930 yılında, yani askerlerini denize döktüğümüzden 8 yıl sonra Venizelos bir heyetle Türkiye’yi ziyarete geldi, İnönü’yle bir dostluk antlaşması imzaladı. Hatta Yunan Başbakanı’nın gönlü incinmesin diye Dolmabahçe Sarayı’nda asılı Zonaro’nun tablosundan, yerde ölü yatan Yunan askerlerinin temizlendiğini okumuştum Resimli Tarih Mecmuası’nda. Ne centilmenlik yarabbi!

    Hatta 1933’te Onuncu Yıl Kutlamaları’na, o sırada iktidarda olmamasına rağmen işgalci başı Venizelos ve eşi ‘şeref konuğu’ olarak davet edilmiş ve Ankara’da Çankaya dahil, birçok yerde krallar gibi ağırlanmıştır. Binlerce şehidimizin, yaralımızın, dul, yetim ve öksüzümüzün hâlâ tütmekte olan acılarının üzerine kalın bir sünger çekmiş ve dost olduğumuzu bütün dünyaya haykırmıştık.

    İyi güzel, dost olalım tabii ki. Dostluk iyidir. Lazımdır. Eyvallah da, Anadolu’yu manen ve maddeten katletmiş olan Venizelos’u, aradan 10 yıl bile geçmeden affetmek bir yana, bağırlarına basanların, geçmişi unutalım diye nutuk çekenlerin, basın önünde el ele fotoğraf çektirmekte sakınca görmeyenlerin devletin tek kuruşuna el sürmeden sessiz sedasız ortalıktan çekilmiş olan Sultan Vahdettin’i hâlâ affetmeyişlerindeki derinlerden de derin olan sırrı anlamakta zorlanıyoruz hakikaten.

    Kafamız karışıyor: Süleyman Demirel’in 2005 Temmuz’unda ağzından kaçırdığı, “Daha yüz yıl Vahdettin’in hain olarak bilinmesinin gerekli olduğu” şeklindeki açıklamanın Lozan’da verildiği söylenen sözlerle bir bağlantısı var mıdır? Böyle değilse Venizelos’u bile affeden bu devletin Vahdettin’i affetmeyişindeki derin gerekçeyi birisi bize açıklamalı değil midir?








    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi karahisar -- 1 Temmuz 2008; 21:40:42 >
  • Dünyanın ilk Standart ve Tüketiciyi Koruma Kanunları

    II. Bâyezid döneminde dünyanın ilk Standartlar Kanunu, ilk Belediye Kanunları, ilk Tüketiciyi Koruma Kanunları ve ilk Gıda Nizâmnameleri hazırlandığı söylenmektedir. Bu kanunlardan bazı örnek maddeler zikrederek anlatabilir misiniz?

    Prof Dr. Ahmed Akgündüz:

    Evet doğrudur. II. Bâyezid devrine ait en mühim kanunlardan birisi şüphesiz ki, Bursa, İstanbul ve Edirne İhtisâb Kanunnâmeleridir. Bu kanunnâme, dünyanın en mükemmel ve en geniş belediye kanunu olmakla kalmamakta, aynı zamanda dünyada ilk tüketici haklarını koruyan kanun, ilk gıda maddeleri nizâmnâmesi, ilk standartlar kanunu, ilk çevre nizâmnâmesi ve kısaca asrına göre çok hârika bir hukuk kodudur. Bu kanun, hem Osmanlı örf âdetlerini ve hem de İslâm hukukunu çok iyi bilen Mevlânâ Yaraluca Muhyiddin tarafından hazırlanmıştır. Hazırlanış tarihi 1502 ila 1507 tarihleri arasındadır.

    Biz, her biri 100 küsur maddeyi bulan bu üç kanunnameden sadece bazı maddelerini, tüketici hakları açısından arz ediyoruz (Maddenin başındaki rakamlar Kanun maddelerine ve harflerden B, Bursa, E Edirne ve İ İstanbul Kanununa işaret etmektedir):

    �İ-45. Ve mahkeme kararıyla yiyecek ve içecek ve giyecek ve hubûbât ki; çarşıda ve pazarda vardır, gözedilüb her meslek sahibi teftiş oluna. Eğer terâzûda ve kilede ve arşunda eksük bulunursa, muhtesib (belediye başkanı) haklarından gele.

    İ-21. Etmekçiler, standart olarak alınan ekmeği narh üzere pâk işleyeler, eksik ve çiğ olmaya. Etmek içinde kara bulunursa ve çiğ olursa, tabanına let uralar; eksük olursa tahta külâh uralar veyahud para cezası alalar. Ve her etmekçinin elinde iki aylık, en az bir aylık un buluna. Tâ ki, aniden bazara un gelmeyüb Müslümanlara darlık göstermeyeler. Eğer muhâlefet edecek olurlarsa, cezalandırıla.

    İ-4. Eyle olıcak ekmek gâyet eyü ve arı olmak gerekdir.

    E-7. Aşcılar bişürdükleri aşı pâk bişüreler ve çanakların pâk su ile yuyalar ve tezgâhlarında kâfir olmaya. Ve iç yağiyle nesne bişürmeyeler. Ve bir akçelik eti her ne narh üzerine alurlar ise beş pare olur. Bir akçelik aş alanın aşına bir pâre koyalar. İki pulluk dahi etmek vereler. Bir akçelikden artuk alsalar ya eksük alsalar, bu hisâb üzerine vereler. Cemî� Edirne'nin aşcıları ittifakiyle teftiş olundı.

    İ-38. Ve kile ve arşun ve dirhem gözlenile; eksüği bulunanın hakkından geleler.

    İ-5. Un kapanında olan kapan taşlarını, mahkeme kararıyla muhtesib (belediye başkanı) dâim görüb gözede. Tâ ki, hile ve telbîs olub un alan ve satan kimesnelere zarar ve ziyân olmaya.

    B-74. Ve hamallar na�lsuz at istihdâm etmeyüb ve dağ yükünün iki yükünden ziyâde götürmeye.

    E-58. Ve ayağı yaramaz bârgiri işletmeyeler. Ve at ve katır ve eşek ayağını gözedeler ve semerin göreler. Ve ağır yük urmayalar; zira dilsüz canavardır. Her kangısında eksük bulunursa, sâhibine tamam etdüre. Eslemeyeni gereği gibi hakkından gele. Ve hammâllar ağır yük urmayalar, ma�kul üzerine ola[1].

    İ-40. Ve sirke ve yoğurda su koymayalar. Su katılmış olub bulunursa, teşhir edeler veyahud tahta külâh uralar, gezdireler.

    İ-29. Kuyumcular, sâde işi dirhemine bir akçe; minekârî işde dirhemine iki akçe ve altun sâde ise miskâline üç akçe; müşebbek işde miskâline beş akçe ve gümüş düğmeler iriyi ve hurdayı gâyet eyü hâlis işleyeler, bakır koyub işlemeyeler. İşleyenin muhtesib (belediye başkanı) gereği gibi haklarından gele.

    İ-33. Ve boyacıları dahi gözedeler, kalb boyamayalar; boyarlarsa gereği gibi hakkından geleler.

    İ-42. Ve iplikçilerin ipliği tire ipliğine berâber ola. Ve astar ki, şehirde işlene, sekiz arşun ola, eksük olmaya. Olursa hakkından geleler.

    İ-46. Hammâmcılar, hâmmâmları gözedeler, yunmuş ola, ıssı ve sovuk su ile ârâste ve dellâkleri cest ve çâlâk ola. Usturası keskin ola. Şöyle ki, usturası altında kimesne zahmet çekmeye ve nâzır olan fotaları pâk duta; Müslümana verdüği fotayı kâfire vermeye.

    İ-66. Ve dahi hekîmlere ve attârlara ve cerrâhlara, muhtesib (belediye başkanı)in hükmi vardır; görse ve gözetse gerekdir.

    İ-24. Bakkallar ve attârlar ve bezzâzlar ve takyeciler, onun on bire satalar, ziyâdeye satmayalar. Ziyâdeye satarlarsa, muhtesib (belediye başkanı) dutub te'dîb ede. Ammâ bu bâbda ve gayride mahkeme kararı bile ola.

    E-194. Berber gözlene; kâfir başın tıraş etdükleri ustura ile Müslüman başın tıraş etmeyeler. Kâfir yüzin sildikleri fota ile Müslüman yüzin silmeyeler. Usturaları keskün ola.

    E-195. Tabibler dahi gözlene; bîmârhâne (hastahane) tabiblerine göstereler, imtihân edeler, kabul etmedikleri kimesneleri men` edeler. Cerrâhlar dahi gözlene; san`atlarında kâmil olalar.

    E-196. Değirmenciler gözlene; değirmende tavuk beslemeyeler ki, halkın ununa ve buğdayına zarar etmeye. Ve âdetlerinden artuk almayalar ve iri öğütmeyeler ve kesmüklü buğdayı değiştirmeyeler ve illâ muhkem ve müntehî hakkından geleler.

    E-198. Ve câmilerde dilenci tâifesin yürütmeyeler.

    İ-70. Ve her san�atı aydan aya kadı ile teftiş ede ve dahi göre ve gözede. Her kangısı kim ta�yin olunan narhdan eksük sata, muhtesib (belediye başkanı) hakkından gelüb teşhîr ede.

    İ-73. Fil-cümle bu zikr olunanlardan gayrı her ne kim Allâh ü Te�âlâ yaratmışdır, hepsini de muhtesib (belediye başkanı) görüb gözetse gerekdir, hükmi vardır.
    Şöyle bileler, her kim muhâlefet ve inâd ederse, itâba ve ikâba müstahak olur�[2]

    [1] Hayvan haklarının 20. yüzyılın başında savunulmaya başlandığı düşünülürse, bu maddenin çok ileri bir hukuk anlayışının mahsulü olduğu daha iyi anlaşılır.
    [2] Akgündüz, Osmanlı Kanunnâmeleri, c. II, sh. 188-230, 286-304, 387-402.
  • Mete Han (M. Ö. 209-174)

    Mete Han’ın babası Teoman Çin yıllıklarında Tan-hu (veya Şan-yü) diye anılmaktadır ki, Hun dilinde imparator ünvanı olan bu tabir basit bir kabile reisi değil, çok önceleri teşekkül etmiş bir devletin başkanı olduğunu gösterir. Üvey anasının teşviki ile babası tarafından veliahtlık hakkının kendisinden alınması teşebbüsü karşısında Mete Han, emrindeki demir disiplin altında yetiştirdiği 10 bin atlı ile katıldığı bir sürek avında Teoman’ı öldurerek Hun Tan-hu’su ilan edildi (M.Ö.209).

    Mete Han, doğudaki Moğol-Tunguz kabileler birliği Tung-hu’ların ısrarla toprak taleplerine savaş ile mukabele ederek onları perişan ettikten ve böylece hakimiyetini kuzey Peçli’ye kadar genişlettikten sonra güney-batıya döndü ve Orta Asya’daki, Hind-Avrupa kökenli oldukları sanılan Yüe-çi’leri yerlerinden oynattı. Bunlar kütleler halinde batıya doğru çekilirken Mete Han güneye yönelerek Huang-ho büyük dirseği içindeki Ordos bölgesini ele geçirdi ve oradan Çin topraklarına girdi. Mai-yi, T’ai-yuan şehirlerini zapt ederek Han sülalesinin kurucusu İmparator Kao-ti’nin 320 bin kişilik, hemen hemen tamamen piyade ordusunu, bozkır usulü sahte ric‘at tâbyesi ile çenber içine aldı (M.Ö. 201). İmparator, vaktiyle Türkler’in yaşadığı bütün toprakların Hun Devletine terki, yiyecek ve ipek verilmesi ve yıllık vergi taahhüdü şartları ile kendini ve ordusunu kurtarmağa muvaffak oldu. Çin ile dostluk havası içinde ticarî münasebetleri geliştirirken Mete Han, İrtiş yatağına kadar olan bozkırları (Kie-kun = Kırgızlar’ın memleketi) ve buranın batısındaki Ting-ling’lerin yerini, bazı eski Ogur (O-k’ut) kolları ile meskun araziyi, kuzey Türkistan’ı zaptetti ve Isık Gölü etrafındaki Vu-sun’ları hakimiyeti altına aldı.

    Bu suretle büyük Hun hükümdarı o çağda Asya kıt‘asında yaşayan Türk soyundan bütün toplulukları kendi idaresinde tek bayrak altında toplamış oluyordu. İmparatorluk sınırlarının Mançurya’dan Aral Gölüne, batı Sibirya’dan Gobi Çölü-Tibet hattına kadar genişlediği bu tarihlerde Hunlar’a tabi olanlar arasında Moğollar, Tunguzlar ve Çinliler de vardı. Mete Han tarafından Çin hükümetine önderilen M.Ö. 177 tarihli mektuptan anlaşıldığına göre Türk devletine bağlı kavimlerin sayısı 26 idi ve bunların hepsi, Tan-hu’nun ifadesi ile “yay geren halk” yani “Hun” olmuşlardı.

    "Eşimi, atımı verdim, çünkü benimdir!"
    "Toprak verilemez, çünkü devletindir!"
    METE


    Alıntı-
  • Hayreddin Paşa



    Barbaros Hayreddin Paşa (d. 1473 - ö. 4 Temmuz 1546) Osmanlı tarihinin ünlü denizcilerinden, kaptan-ı derya olarak Osmanlı'nın ilk kaptan paşası. Akdeniz’de Osmanlı egemenliğini pekiştirmiş ve bir türk gölüne çevirdi. Osmanlı'nın Derya İşlerine ve Tersane-i Amireye nizam verdi.Osmanlı'da kaptan paşalar hil'ati onun Beşiktaşta metfun bulunduğu makamında giyinir dua edilir ve fakir fukaraya yemeke verilirdi.

    Barbaros Hayreddin Paşa’nın asıl adı Hızır’dı ('Hızır Reis'). Ona Hayreddin adını, "dinin hayırlısı" anlamına gelmekte olup Osmanlı Devletine yaptığı hizmetinden dolayı Padişah Kanuni Sultan Süleyman verdi. Avrupalılar ise onu, sakalının kızıla çalması nedeniyle Barbarossa ya da Barbaros (kızıl sakal) olarak adlandırdılar.(Vardar Türklerinin sakalı kızıla çalar.) Barbarossa ismi ilk olarak kızıl sakalından dolayı ağabeyi Oruç Reis'e takılmıştır.


    Kökeni



    Hayreddin Paşa, etnik köken olarak Selanik Vardar Yenice'sindeki Kayı Türklerinden olup Midilli Fatihlerinden de olan sipahi Vardari Yakup Ağa'nın dört oğlundan biri olarak 1473'li yıllarda Midilli (Lesbos) adasında doğdu.







    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi Toyota SUPRA -- 2 Temmuz 2008; 20:56:48 >
  • FATİH SULTAN MEHMET,YERLERE TÜKÜRENLER İÇİN ADAM GÖREVLENDİRMİŞTİ


    Evet arkadaşlar,bu seferde beynimizin herkesçe saklı mahzenlerinden birinde eli ayağı zincire bağlanmış tarihimizi azad etme mücadelemize fazla bilinmeyen tarihi bir gerçekle devam ediyoruz...
    Yerlere tükürenlerin sayısı bugün geçmişe nazaran biraz fazla. Ama unutmayalım ki, bu kötü alışkanlık önceki devirlerde de görülüyordu. Eskiden de maalesef caddeler ve sokaklar, yerlere tükürülmek suretiyle kirletiliyordu. Ne yazık ki bu iğrenç davranışa son vermek için alınan tedbirler işe yaramıyordu. Yerlere tükürmek belediye zabıta talimatnamesiyle yasak edildiği halde, sokaklar yine kirletilmeye devam ediliyordu. Şimdilerde pek görülmüyor ama yakın geçmişte şurada burada karşımıza çıkan “Yerlere tükürmeyiniz” levhası, kendini bilmez densizleri ikaz ediyordu.
    Sözle, para cezasıyla bu çirkin alışkanlığın önüne geçilemeyeceğini anlayan dedelerimiz, başka bir yöntem kullanmak zorunda kalmışlardı. Devletten veya vakıflardan maaş alan bir takım görevliler, ellerinde birer kap kül ile sokak sokak geziyorlar, nerede tükürük ve balgam görürlerse, üzerlerine bir miktar kül serpmek suretiyle kapatıyorlardı. Böylece gelip geçenleri iğrendiren çirkin manzaraların ortadan kalkmasını sağlıyorlardı.
    Fatih Sultan Mehmed’in “tababetle ilgili” vasiyetnamesinde ise, konu hakkında şunlar söyleniyor:
    “Ben ki İstanbul Fatihi abd-i âciz Fatih Sultan Mehmet bizatihi alın terimle kazanmış olduğum akçelerimle satın aldığım, İstanbul’un taşlık mevkiinde kâin ve malumü’l- hudut olan 136 bap dükkanımı aşağıdaki şartlar muvacehesinde vakf-ı sahih eylerim. Şöyle ki:
    Bahis edilen bu gayr-i menkulatımdan elde olunacak nemalarla İstanbul’un her sokağına, ikişer kişi tayin eyledim. Bunlar ki, ellerindeki bir kap içerisinde kireç tozu ve kömür külü olduğu halde günün belirli saatlerinde bu sokakları gezeler. Bu sokaklara tükürenlerin, tükürükleri üzerine bu tozu dökeler ki, yevmiye 20’şer akçe alsınlar.”
  • HAİN VAHDETTİN BİR İNGİLİZ HARP GEMİSİYLE İSTANBUL'DAN KAÇIYOR
    17 Kasım 1922 tarihli resmî bir telgrafın ilk cümlesi şuydu : "Vahdettin Efendi bu gece saraydan ayrılmıştır. " Bu telgrafın bir iki cümlesini daha 18 Kasım 1922 gününe ait Meclis tutanaklarında okumuşsunuzdur. Fakat telgrafın aslında, bu ayrılışa kimlerin yardım etmiş olabileceğinden, kutsal emanetlerin nasıl korunacağından ve daha başka hususlardan bahseden alt tarafı da vardır.
    Aynı gün Meclis'te okunmuş bir mektup suretiyle ona ekli -ajans- larla yayınlanmış bir bildiri suretini de zabıtlardan bir daha okuyalım :

    17.11.l922
    Mektup Sureti
    Bir nüshasını ilişik olarak sunduğum resmi bildiride açıklandığı gibi, Zâtışâhâne, İngiltere'nin koruyuculuğuna sığınarak bir İngiliz harp gemisiyle İstanbul'dan ayrılmıştır....

    İmza : Harrington
    Mektuba Ekli Bildiri Sureti
    Resmen bildirilir ki, Zâtışâhâne, bugünkü durum karşısında hürriyet ve hayatını tehlikede gördüğünden, bütün Müslümanların halifesi sıfatıyla İngiliz himayesini ve aynı zamanda İstanbul'dan başka bir yere götürülmesini istemiştir. Zâtışâhâne'nin isteği bu sabah yerine getirilmiştir. Türkiye'deki İngiliz Kuvvetleri'nin Başkomutanı General Sir Charles Harrington, (Sör Çarlz Harrington) Zâtışâhâne'yi almaya giderek bir İngiliz harp gemisine kadar kendisine eşlik etmiş ve Zâtışâhâne, vapurda Akdeniz Filosu Genel Komutanı AmiralSir De Brook (Sör Bruk) tarafından karşılanmıştır. İngiliz Fevkalâde KomiserVekili Sir Newill Henderson, Zâtışâhâne'yi gemide ziyaret ederekKral Beşinci George' a bildirilmek üzere arzularını sormuştur.

    General Harrington'un Ulviye Sultan adındabir hanıma gönderdiği Fransızca bir mektup da vardır. Bu mektup, hiçbir karşılık verilmemiş olduğu notuyla Refet Paşa' ya gönderilmiş.O da, 25 Kasım 1922 tarihinde bize bir suretini göndermişti. Fransızca mektubun bize gönderilen Türkçe sureti şudur :

    Sultan Hanımefendi Hazretleri,
    Şu sıralarda Malta'ya yaklaşmakta olan Padişah Hazretleri'nden, ailesinindurumu hakkında bilgi rica eden bir telsiz aldım. Bu konuda, geçen CumartesiYıldız'dan bilgi almış ve Kadınefendi Hazretleri'nin sağlık ve neş'elerinin yerindeolduğunu öğrenmiş ve derhal Zâtışâhâne'ye arz etmiştim. Eğer Padişah Hazretleri'nin aileleri hakkında yeni bilgiler lûtfederseniz, onu da derhal Zâtışâhâne'yesunmakla mutluluk duyarım. Zâtışâhâne'nin içinde bulundukları güçlükler dolayısıyla, en samimî dileklerimi Kadınefendi Hazretleri'ne ve pek muhterem ailelerine sunmama izin vermenizi ve en derin saygı ve tazimlerimin kabulünü rica edcrim.

    İmza : Harrington
    Efendiler, bu son mektup, üzerinde durulmaya değer nitelikte değildir. Bundan başka, General Harrington' un, İstanbul'daki askerî memurumuza yazdığı mektup ile ekinde yazılanlar üzerinde görüş belirtmeyi de gereksiz bulurum.



    http://www.ataturk.com/nutuk/buynutuk/bolum15/index12.htm



    < Bu mesaj bu kişi tarafından değiştirildi aykutx -- 2 Temmuz 2008; 16:50:05 >
  • İşte Karabekir’in “yakılan hatıratı”ndaki Vahdettin

    İstiklal Harbi’nin Esasları”nın 1933’teki rötuşlanmamış, ‘yakılan’ baskısında Vahdettin’le yaptığı görüşme Kâzım Karabekir tarafından şöyle anlatılır:

    “11 Nisan 1919 Cuma günü, padişahların en mühim mülâkat ve kabulleri yaptıkları cuma namazını takip eden saatlerdeki kabulün başında [ilk sırasında] idim. Huzura girdiğim zaman, Sultan Vahidüddin ayakta idi ve hünkâr mahfilinin üstüne rastlayan genişçe salonun Marmara’ya hâkim pencerelerinden denizi seyrediyordu. Yaver Fahri Bey’in delâletiyle huzura girdiğim zaman bana doğru döndü. Samimiyet izhar eden bir jestle elimi sıktı. Oturmamı irade etti. Bu iradeyi tekrarından sonra oturdum, karşımdaki koltuğa yerleşti ve dedi ki:

    -Sizi, şayan-ı itimad muhtelif yerler tezkiye ettiler. Ne kadar da gençsiniz. Siz kaç yaşında paşa oldunuz? Sizin sınıfınızdan kimler bu rütbededir?

    Böyle bir suale intizar etmiyordum. Şükranlarımı arz ettim ve sualini cevaplandırdım. Gözlerini üzerimden ayırarak karşı kıyılar ufkunun teressüm ettiği sahile çevirdi. Samimî olduğuna bugün de kâni olduğum bir sesle:

    - Sizlerle ben ve memâlik-i şâhanem iftihar eder. Merd, cesur, liyakatli kumandanlar, bu din ve devlet için daima medar-ı iftihar ve gurur olmuşlardır, dedi.

    Müteessir olmuştum. Hangi “Memâlik-i Şahane” kalmıştı ortada? Biraz sükût oldu. Sonra alâka ile sordu:

    - Yeni vazifeniz hangi sahayı ihtiva ediyor?

    Cevad Paşa’nın ikazını hatırladım. Tek ve kısa cümle ile cevap verdim:

    - Erzurum ve mıntıkasını Efendimiz... Malum-u Şâhaneleri, Mütareke hükümlerine göre ordularımız ilga edilmiştir.

    Dikkatle yüzüme baktı ve koltuğunda doğrularak asıl sormak istediği suali sordu:

    - Paşa… Mütarekenin ahkâmının tamamen tatbik edileceğine kâni misiniz?

    Ben de heyecanlanmıştım: Benim, taa Mavera-yı Kafkas hududundan İstanbul’a gelerek gördüklerimi, Padişah nasıl olur da görmemiş ve bilmemiş olurdu? Mütarekenin hükümlerinin tamamen tatbiki, o muhteşem imparatorluğumuzun sonu olacaktı. Sultan Vahidüddin’in sualinde, başka çare bulamamış insanların bir vicdan rahatı hükmü aramaları ihtimalini sezinlemiş oldum. Cevad Paşa’nın ikazını bir ânda unuttum ve saklayamadığım, daha doğrusu saklamak ihtiyacını duymadığım heyecanımla şu cevabı verdim:

    - Şevketmeâbım… Mütarekenin ahkâmı nasıl tatbik ediliyor, hadisat enzar-ı şâhaneleri önünde cereyan etmektedir. Mütarekenin bilhassa yedinci maddesinin düşmanlarımıza her istedikleri şehir ve limanı işgal hakkı tanımasının istikbalde nasıl meş’um tatbikata mesned olacağı meçhuldür. Bu meçhuliyet içinde milletimizin yegâne ümidi sevgili Hakanlarıdır. Türklük ölmeyecek ve öldürülemeyecektir. Tarihimizde bugünkü gibi tehlikeler pek çoktur. Azimkâr padişahlarımızın namuskâr evlâtlarıyla yekvücut olarak bu tehlikeler her zaman yenilmiştir.

    Vahidüddin’in de derin bir tahassüs içinde olduğunu söyleyebilirim. Gözlerini kapamıştı. Neler düşünüyordu? Mütarekenin hükümlerinin düşmanlarımızın elinde istedikleri gibi tatbiki ile doğacak hazin ve feci neticeleri acaba tahmin edebiliyor muydu? Yine bir sükût vakfesi geçirdik. Gözlerini açtı ve yüzüme dikkatle baktı:

    - Paşa… Ben ve millet, sizlerden ümitliyiz, dedi. Cevap verdim:

    - İltifat-ı Şâhaneleri ebedî bir hiss-i minnetle medar-ı fahrimdir. Bulunduğum cephelerde kumanda ettiğim kıt’alarla Türklüğün namını düşürmedim. Fakat vatanımızın bu son darbeden kurtulmasına çalışabilecek bir mevkide bulunmadığımdan me’yusum.

    Başını salladı:

    - Siz, çok uzaklarda idiniz. Vazifenizi muvaffakiyetle yaptınız.

    Ayağa kalkmıştı. Ben de derhal ayağa kalktım ve resm-i tazim vaziyetine geçtim. Bu bahsin, kendisini huzursuz ettiği anlaşılıyordu. Yavaş bir sesle kat’i kanaatını söyledi:

    - Mütarekenin ahkâmının tamami-i tatbikinden gayrı çare yok. Bakalım Cenab-ı Hak ne gösterecek? Hayır dualarım ve niyazlarım daima sizlerle beraberdir. Berhurdar olunuz.

    - Kumandan ve asker evlatlarınızla bütün millet, zat-ı şahaneleri etrafında bir kalb ve bir kafa gibi toplanabilir Şevketmeâb, dedim.

    Ümitsizliği ve tereddüdü aşikârdı. Elimi samimi bir tavırla ve uzunca sıktı. Dışarıda yaveri Fahri ve Mustafa Kemal Paşalar vardı… Biz bir köşeye çekilerek sohbet ettik. Halimde me’yusiyet ve melâl müşahede etmiş olacaklar ki, merakla, mülâkatın safhalarını sordular. Olduğu gibi anlattım. Mustafa Kemal, o günlerde bir küçük ameliyat geçireceğini, evden çıkmayacağını, beni beklediğini söyledi. Zaten, aynı düşünebilen insanların bir araya gelmeleri ihtiyacını hepimiz derinden duyuyorduk. Cafer Tayyar’ın [Eğilmez] Birinci Kolordu Kumandanı olarak Edirne’ye, Ali Fuad’ın [Cebesoy] Yirminci Kolordu Kumandanı olarak Ankara’ya gidişlerini ayaküzeri Mustafa Kemal’le görüştük. Yavaş bir sesle:

    - Sen Erzurum’a yerleşince vatanın üç uç noktasında üç temel mesned noktası teşekkül ediyor, dedi.”

    Karabekir’in anlattıkları burada bitiyor. Şimdi yine soralım: Bizzat Karabekir ve Atatürk’ün ağzından “ümidimiz sizdedir” ve “devleti kurtarabilirsiniz” diyen bir Vahdettin nasıl hain olabiliyor? Yoksa Jean Genet’nin dediği gibi “Tarih, bizi çarpık çurpuk insanlar haline getirmek için düzenlenmiş bir aldatmaca”dan mı ibarettir?




  • Oğuz Kağan'ın Türklük Duası



    ULU TANRI !.
    GÜZEL TANRI !.
    GÖK TANRI !.
    Sen Türk'ü Türk yurtlarını koru !..

    Düşman şerrinden sakla ! TÜRK'ü yiğitlikte daim et ! TÜRK'ü erlik davasıyla yaşat ! TÜRK'ü gerçekçi yap ! TÜRK'ün gönlüne herşeyden önce, hatta kursağına ekmek koymadan evvel TÜRK'lük sevgisini koy ! TÜRK'ü ideal ile yaşat ve ideali hakikat yapmaya çalışsınlar ! Törelerini canları gibi saklat ! TÜRK'e zevk ve rahat verme ! Bilakis zahmete alıştır ! Zahmetle yürekleri, bedenleri demir olsun ! Bu sayede onlara yüksek çalışma kudreti verirsin ! TÜRK'ü faal, cevval edersin. TÜRK'e değişmez bir seciye ver ! Zamanla seciyesi değişmesin, sade tekemmülle tadilat görsün !
    ULU TANRI !.

    Milli kuvvet, namus, ahlak, azim , sebat, ideal, TÜRKÇÜLÜK ruhu, yurtseverlik, ilim, sanat teşkilatı, intizam, beden kuvveti ve zenginlik ile hasıl olduğundan; TÜRK'e bunları ver ! TÜRK'ten hırsız, namuzsuz türerse hemen kahret ! TÜRK'e benlik, hem de yüksek bir benlik ver ! TÜRK nefsine itimat sahibi olsun ! TÜRK'ü muhakemeli, ciddi adam olarak yarat ! Hissiyatına kapılıp, öfke ile ayaklanmasın ! Birden barut gibi parlamasın ! Daima soğuk kanlı olsun ! TÜRK'ü her milletten cesur yarat ! Öç almayı TÜRK asla unutmasın !

    ULU TANRI !.

    Namuzsuz bir tek TÜRK yaratacağına, dünyayı yık daha iyi ! Ne kadar korkak TÜRK varsa hepsini helak et ! TÜRK herşeyi mukayese etsin ! Yalnız akıl ve mantık denen şeylere bırakma onu ! Sabırlı, derde dayanıklı olsun ! İradesi çelik gibi olsun ! Dönek TÜRK yaratma ! TÜRK'leri maymun iştahlı yapma ! TÜRK daima ihtiyatla adım atsın ! Kimsenin tatlı diline inanmasın ! Kimseye emniyet olmasın ! Çalışma zekâdan üstün bir kıymet olduğundan, TANRI, sen TÜRK'ü çalışkan et ! TÜRK'ün ömrü çalışma ile geçsin ! Ona daima çalışma aşkı ver ! Hele elbirliği ile çalışmayı alet etsin ! Tembel TÜRK'ü hemen öldür !

    TÜRK'e her milletinkinden üstün zeka ver! Zeka ve çalışma; ikisi bir arada olunca TÜRK'ün önünde durulmaz! Milli büyüklüğün tek şartı yüksek ideal, buna alışmak için de yüksek ahlak, fedakarlık ve sebat lazım olduğundan TÜRK'leri ahlaklı, sebatlı ve fedai kıl! TANRI, TÜRK'leri sen kendi elinle birleştir ve herşeyden evvel ruhları birleşsin! Onları tek bir kafa gibi birleştirici kültür sahibi et! TÜRK'ü töresine sadık kıl, Tanrı! TÜRK budunu: Biliniz ki atalar töresi asırların tecrübesi ile husule gelmiş büyük bir hikmettir. Tanrı beni töreye dokunmaktan ve dokundurmaktan sakladı ve saklasın!

    ULU TANRI !.

    Türk milletini lafçı değil, elinden iş gelir insanlar et ! Bir şey söylemek vazife yapmak değildir. Onu fiilen yapmak ve yaptırmanın vazife olduğunu beyinlere sok !

    GÜZEL TANRI !.

    Sana hepsinden çok yalvardığım şudur : TÜRK'ü dalkavukluktan kurtar ! Dalkavukluk ve emsali vasıtalara zengin olmaktan koru ! TÜRK'e kötü para hırsı verme ! Dalkavukları yok et !
    AMAN TANRI !.

    TÜRK aile, töre ve disiplinini her şeyden evvel koru! TÜRK toprağında hürler yaşasın. Adaletten başka bir şey hüküm sürmesin! Sen TÜRK'e tabii şeylere tabiata karşı sevgi ver! TÜRK yurdunda yoksulluk o kadar azalsın ki fakirlik suç sayılsın!
    Acunu ( Dünyayı ) Yaratan Yüce Tanrı !.

    TÜRK'e insaniyetten evvel TÜRK milletini düşündür. İnsanların insaniyet dedikleri şey, göz boyamak için icat edilmiş bir boyadır. İnsaniyet maskesi taşıyan öyle milletler vardır ki maskelerinin altında canavarlar yaşar. İnsaniyeti gören olmadı. TANRI, TÜRK'e sağlam, sürekli irade ver! Güçlüklerde, sabrını, tahammülünü aynı zamanda gayretini arttır! Ona esas seciye olarak vazife muhabbeti ve mesuliyet duygusu ver! Mesuliyeti TÜRK yurdundan eksik etme! En büyük kuvvetinTÜRKLÜK aşı olduğunu TÜRK'e öğret!

    TANRI !.


    TÜRKÇE konuşulan, TÜRK'e yurtluk etmiş olan yerleri kıyamete kadar TÜRK'ün hükmü altında bırak !

    YÜCE ALLAH TÜRK'Ü KORUSUN !..
  • OSMANLI HANEDAN REİSİ'NİN CENAZE NAMAZINI SADECE 6 KİŞİ KILMIŞTI!!!
    İşte Cenaze töreninden bir kare...
    Osmanlı Hanedanı,haklarında çıkartılan 1924 tarihli bir yasa ile bir gece ülkeden sınırdışı edilmişlerdi.Dünya'nın değişik yerlerine dağılan Osmanlı Hanedanı'nı bundan sonra zor günler bekliyordu.
    Osmanlı Hanedanı dağıldıkları halde,eski hükümdarlık gelenekleri gibi,aralarından en yaşlı olanı hanedan reisi idi.
    İşte Hanedan'ın resislerinden Mehmet Orhan Osmanoğlu'da 1994’ün 12 Mart tarihinde vefat ettiğinde cenaze namazını sadece 6 kişi kılmıştı..!

    İşte bu cenaze'nin kısa bir ayrıntısı
    Bugün değil de, 70 küsur yıl önce başında olsaydı, bayraklar yarıya inerdi...

    Sadakalar dağıtılır, en ücra köydeki İki kuzini, camilere kadar mevlitler okutulur, hatimleri yapılır, mahkûmlar serbest bırakılırdı...

    Hükûmet en az bir hafta yas ilân eder, sarayın önündeki başsağlığı

    Kuyrukları kilometreleri bulurdu. Resmî ağlayıcılar cenaze güzergâhına yerleştirilir; halk, "Bizi bırakıp nereye gidiyorsun!..." diye feryat ederdi... Askerler yakalarını yırtar, kasketlerini paralardı...

    Mehter sabahlara kadar nöbet vurur, borular pes sesten dem tutardı...

    Hükümdarın ölüm haberi alınır alınmaz yaşanırdı bunların hepsi... Sonra cenaze alayı kurulur, sadrazam alayın başına geçer, paşalar sıra olur, omuzlara alınır, camiye gidilir, şeyhülislam cenaze namazını kıldırır ve hemen yeni sultanın eteğini öpmeye koşulurdu.

    Tabii, hiçbiri olmadı bunların... Cenaze alayı niyetine, sadece yedi kişi vardı...
    Musalla taşının yolculuğunu, büyük dedeleri Fatih, önündeki şeyhülislamın yerini, Fransızca konuşan Tunuslu imam almıştı...
    Tabut omuzlar yerine, üçüncü sınıf cenazelerde kullanılan bir Renault minibüse yüklenmişti...

    Değil mevlitler okunup, hatimler indirilmesi, mezarın başında talkım bile verilmedi, zira Arap imam talkımı bilmiyordu.

    İki kuzini, kuzenlerinin kocaları ve bir erkek yeğeniyle çok yakın bir Türk dostunun dışında, mezarlığa kimse gelmedi.

    Sadece genç bir kız, her gün öğle yemeğine gittiği hava alanındaki lokantanın Portekizli garsonu Nicole, tabutu ziyaret etti. Kefene bir öpücük gönderip, Au revoir commandant..." dedi sadece... Orhan eski pilottu, "prens"ten çok "kumandan" denmesinden hoşlanırdı ve Nicole de öyle yaptı...

    İşte, Fransa'da önceki hafta vefat eden, Türkiye'de Cumhuriyet yerine Osmanlı rejimi devam etse, “İkinci Orhan" unvanıyla devletin hâkimi olacak olan Mehmet Orhan Osmanoğlu toprağa böyle verildi.

    Torunlarının Nice’deki bu tek kişilik yolculuğunu büyük dedeleri Fatih, Yavuz, Muhteşem Süleyman ve Abdülhamit rüyalarında görseler hayra yormaz, sıçrayarak uyanır ve derin bir "Estağfirullah!..." çekerlerdi her hâlde..

  • 
Sayfa: önceki 3839404142
Sayfaya Git
Git
sonraki
- x
Bildirim
mesajınız kopyalandı (ctrl+v) yapıştırmak istediğiniz yere yapıştırabilirsiniz.